23 Ocak 2019 Çarşamba

11.22.63

11.22.63

Dizi Analizi



  Tekrardan merhaba arkadaşlar. Dönüyorum diyip diyip dönemiyorum buralara ama muhteşem bir mini dizi ile karşınızdayım şimdi. 11.22.63 2016'da yayın hayatına başlamış ve 8 bölüm sürmüş bir dizi. Bir süredir dizi izleyemediğim için de olabilir ama sanırım uzun süredir izlediğim en iyi dizi.



  Stephen King'in kitaplarını seviyorsanız bu iyi bir haber. Çünkü King'in 22/11/63 kitabından uyarlamışlar. 
  Şimdi biraz konusundan bahsedelim: Şöyle ki; ana karakterimiz Jake Epping'in, dostu Al'in bir sırrına ortak olmasıyla başlıyor her şey. Al sahibi olduğu restoranda bir geçit, bir tavşan deliği, olduğunu ve bu geçitten geçince 1960 yılına gidildiğini söylüyor. Başta inanamasa da Jake de bu durumu kabulleniyor. Al'in Jake'den istediği şeyse kendi tamamlayamadığı işi tamamlaması, yani John F. Kennedy suikastını önlemesi. 1963'te gerçekleşen suikastı önlemek için geçmişte 3 yıl yaşamak gerekse de dönüldüğünde günümüzde 2 dakika geçmiş oluyor. Geçmişte 1 dakika veya 5 yıl olması fark etmeksizin günümüzde 2 dakika geçiyor. 
   Al tüm gece detayları Jake'e anlatsa da onu ikna edemiyor ve geceyi bir kavgayla bitiriyorlar. Jake ertesi sabah özür dilemek için geldiğinde Al'i ölü olarak görünce dostuna bunu yapmayı bir borç biliyor ve 1960'a gidiyor.
  Buradan sonrasını anlatmak diziyi anlatmak olacağından, olaylardan çok bahsetmeden bir analiz yapmaya çalışacağım size. 


 Tarihi açıdan çok bilgiye sahip olmasam da, Kennedy suikastına kadar işlenen kısımlar beni çekti ve aslında konuyla ilgili tamamen acemice de olsa bir fikrim olmasını sağladı. Tabii ki geçmişi dizilerden öğrenen, sonra oyuncuları karakterlerle özdeşleştirip sokakta suratına tüküren ekipten değilim ama en azından biraz fikir oluştu diyebilirim. Bu anlamda suikast adımları veya bunu önleme çalışmalarının işlenişi güzeldi diyebilirim sanırım. Zira adım adım ilmek ilmek bir çalışma izlemek bana zevk verdi. 
  Dizinin asıl olayı Kennedy suikastını önlemek gibi dursa da değil bu arada. Asıl olay Jake'in burada, 1960'larda hayatının aşkını bulması. 






Güzeller güzeli Sadie Dunhill. Kitap okumaktan kendini kaybeden Sadie... Tanışmalarını veya olaylarını yazmamak için zor tutuyorum kendimi şu an çünkü izleseniz daha iyi. Ancak şunu bilin ki Jake'in ve benim hayatımızın aşkı olduğundan eminiz.




  Sadie ile olan ilişkileri de kesinlikle iyi işlenmiş. Oldukça nahif bir ilişkileri var. Tam anlamıyla bir minnoş olan Sadie'ye de bu yakışırdı zaten. Mırıl mırıl ninni gibi konuşmak, yukarıda görüldüğü üzere kedi gibi gülmek, minnoş elleriyle Jake'e sarılmak... Bundandır ki çok yakıştılar. Çünkü Sadie, olduğu her yere yakışır. ♡ Sadie'nin bulmaması gereken şeyleri bulması veya eski kocası gibi pürüzler de fevkalade yazılmış bence. Zorlukların onları birbirine sımsıkı bağlaması, deyim yerindeyse "partners in crime" oluşları beni büyüledi. 

  Zaman içinde edindiği ortaklar ve düşmanlarla bir şekilde görevi yerine getiren Jake, işlerin beklediği gibi gitmemesi üzerine farklı bir yol denemeye karar veriyor ancak bu onu mutlu edecek mi bilemiyoruz. Dizinin başından beri bir görünüp bir kaybolan karakter veriyor cevabı. Ben vermeyeyim, siz bulacaksınız izlerken. 

  Bir solukta (1.5-2 gün) bitirdiğim bu diziye puanım 10 üzerinden 12(Doctor Who göndermesi) sanırım. Ancak söylemeden edemeyeceğim; sonunda ağlamaktan gözlerim çıktı. Yani çatur çutur izleyerek keyifle gününüzü geçirdiyseniz ve son bölüme geldiyseniz, son on dakika için mendil hazırlamanızı tavsiye ederim. Benim gibi sulugöz biriyseniz kıyafet kolları falan yetmiyor haberiniz olsun. 

  Genel anlamda bakıldığında, ayrıntıların işlenişi, detaylı suikastçı araştırmaları, geçmişin inatla karşı gelmesi ve direnmesi, Harry'nin hikayesi, JFK'nin kurtarılması ve kurtarılamaması ihtimalleri, hafıza kayıpları, yaralanmalar, 3 yıl boyunca yapılan çalışmalar, gelecekten gelmenin hissettirdikleri ve yaşattıklarıyla güzel bir olay örgüsü ve tarzı vardı. Oldukça başarılı bulduğum bu yapımdan sonra hem Sarah Gadon (Sadie) dizi ve filmleri izlemeye hem de 22/11/63 kitabını almaya karar verdim. 3 saniye kadar önce aldığım bu kararla dilerim kendime de bir faydam olur. Hadi bakalım. Sizlere veda ederken birkaç güzel fotoğraf bırakmak istiyorum 👋



















Şu tatlılığa bakar mısınız?











Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...


5 Eylül 2018 Çarşamba

AVLU-1.SEZON

AVLU

Dizi Analizi



  Hazır yeni sezon fragmanları inceden inceden üzerimize yağarken, ben de uzun süredir buralarda olmadığımı fark etmişken bugün “AVLU” ile ilgili bir şeyler yazayım dedim. 
  
  Öncelikle genel hatlarıyla diziden biraz bahsetmek istiyorum. Sonrasında her zaman yaptığımız gibi spoiler okyanusuna atlayacağız. Hazırsak ufak ufak giriş yapalım.


“Avlu” Avustralya yapımı “Wentworth” dizisinin yasal uyarlaması olan bir dizi. Dizinin aslını izlemediğim  için kıyas yapmam pek mümkün değil ama bu hali kesinlikle muazzam. Konuların işlenişinden tutun da oyunculuk performanslarına kadar. Zaten oyunculuktan bahsedeceksek öncelikle Demet Evgar'dan bahsetmek durumunda kalıyoruz. Yetenek, güzellik, duyguyu hissettirme kabiliyeti… Ne ararsanız onda var. 

Demet Evgar dizinin ana karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Deniz Demir. Mutsuz bir ailenin kurbanı. Kötü bir eşe yıllarca katlanmak durumunda kalmış, kızı için gerekirse dünyaları yakabilecek Deniz Demir… Hayat ona çok da iyi davranmayınca kendisini bir gece yarısı cezaevinde buluyor. Zaten her şey de o zaman başlıyor. Ömründe bir karıncayı bile incitmemiş bir kadın kendisini korkunç olayların ve acımasız bir dünyanın kollarında bulunca işler onun açısından daha da kötüleşiyor haliyle. 


  Yavaş yavaş cezaevindeki  diğer mahkumları tanımaya başlıyoruz. Tanıdıkça, izledikçe görüyoruz ki aslında kimse durup dururken bir suç işlemiyor. İnsanları buna iten şeyler var. Toplum gibi. Veya geçmişlerinde yaşadıkları anıların omuzlarındaki yükü gibi. Ya da biraz klişe gibi gelse de aşk gibi… Derdim suçluları masum göstermek tabii ki değil ama izledikçe anlıyoruz ki bir suç işlendiğinde tek bir kişi suçlu olmayabilir. 



 Azra var mesela… Bir nevi koğuş ağası. Reis de diyebiliriz tabii. Nasıl isterseniz. Azra genç bir kadın. Başına gelenleri sonraki bölümlerde görüyoruz ancak şimdilik onun koğuşunda onun sözünün geçtiğini bilmemiz yeterli. Etrafındaki insanlar onun sözünden çıkmaz. Çıkmak da istemezler. Azra onları bir şekilde kollar çünkü. Bunu bilir buna göre hareket ederler. 




  Kudret var sonra. O da diğer grubun lideri. Genel anlamda cezaevi ikiye bölünmüş durumda anlayacağınız. Azra'cılar ve Kudret'çiler. Kudret, nasıl desem, ağır abla. Yanındakiler de ya abla der ya anne. Öyle bir kadın işte. Ne yalan söyleyeyim güçlü kuvvetli, adı gibi kudretli kadın. Ama insan gücünü kötüye kullanınca ne işe yarar ki o güç? Kudret, Azra'dan çok farklı. Yanındakileri koruyacağına inanmak biraz güç. Ancak işine gelecekse, bir çıkarı olacaksa birilerine yardım edecek tipte bir kadın. Cezaevi görevlilerinin bile gözünü korkutmuş, bazılarını tarafına çekmiş ve onlara ayak işlerini yaptırmış bir kadın. Sözün özü Kudret'ten korkulur.


  Genel hatlarıyla olaylar şu şekilde gelişiyor:



  Hiç bilmediği bir dünyanın orta yerine düşen Deniz ne yapacağını bilmeden oradan oraya sürüklenmeye müsait bir haldedir. Tek düşünebildiği kızı Ecem ve oradan çıkıp kızına kavuşabilmek olan Deniz, Azra'nın ekibine mi yoksa Kudret'in ekibine mi katılacaktır? Doğru cevap tabii ki hiçbiri. En azından Deniz'in istediği buydu. Ancak gördükleriyle birlikte şunu çok iyi anlamıştı: Burada bir ekibe dahil olmadan ayakta kalabilmek neredeyse imkansızdı. O da biraz da Azra'nın ona verdiği görevin mecburiyetinden yavaşça onlara katılmaya başlamıştı. Ancak hepimizin çok iyi bildiği üzere bütün felaketler karakterlerimizi bulmak ve hayatı onlara zehir etmek zorundalardı. Dizi de bu felaketler ve karakterlerin ayakta durma çabaları üzerinden sürüyor zaten. Spoiler okyanuslarında boğulmamak için bu kısmı burada bitiriyorum. Ve devam etmek isteyenleri ufaktan aşağıya davet ediyorum…

ŞİMDİDEN UYARAYIM AYRINTILARLA DOLU SPOİLER ALANINA GİRİYORSUNUZ

Şimdi biraz ayrıntıya girelim bakalım…

Deniz Demir…


  Cezaevinde olduğuna inanması güç bir karakter. Vicdanlı, sessiz, oldukça korkmuş bir kadın. Cezaevinde olma sebebi ise, kocasını vurması. Bir gece yarısı apar topar cezaevine getirilişiyle başlıyor dizimiz. Bölüm başı yazıları da dizinin çok önemli bir bölümü bu arada. Mesela ilk bölümün sözü beni çok etkilemiştir. “Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” Ne güzel demiş Tolstoy. Duygusal anlarımı geride bırakarak devam ediyorum.



  Cezaevinde ilk şokunu atlattıktan sonra odasına giden Deniz, Azra ve arkadaşlarıyla tanışır. Ancak pek hoş bir tanışma olmaz. Bir başka mahkuma eziyet ettiklerini görür ve birilerine haber vermek ister. Deniz'in ilk hatası bu olur. O yardım butonuna asla basılmamalıdır. Azra'nın biraz hiddetli anlatımı Deniz'e bunu öğretir haliyle. Deniz'in tek isteği dışarı çıkmak ve kızına kavuşmaktır. Ancak başından bela tabii ki eksik olmaz. Azra, Deniz'e bir görev verir ve Deniz bunu tabii ki de yapmak zorundadır. İçeriye SIM kart sokacaktır. Zor da olsa başarmıştır. Ancak artık cezaevi müdürü Nihal, Deniz'den şüphelenmektedir ve onun telefon izinlerini iptal eder. Bu da Deniz'in kızıyla konuşamayacağı anlamına gelmektedir. Deniz çileden çıkar, bağırır çağırır ve sonunda hücreye kapatılır. Nihal müdür kendince planlar kurmuştur ve hem Deniz'i hem de Kudret'i hücrelerinden çıkarttırır. Böylece ortalık kızışacak, Azra ve Kudret birbirine girecek ve Deniz onların gerçek yüzünü görüp Nihal müdürün yanında olacaktır. Yoksa olmayacak mı?



  Kudret hücreden çıktığı gibi taze kanın kokusunu almıştır. Deniz'in gözünü korkutmalı ve onu kendi tarafına çekmelidir. Ancak Deniz'in ters bir anına denk gelmiştir ve Deniz kendisine rest çekmiştir. Deniz'i düşman olarak görmeye başlamıştır yavaşça.





**Not: Bu kısımda Deniz'in anılarına göz atarak kocasını aslında vurmadığını öğreniyoruz. Ancak bunu bilenler kocası, kızı ve kendisinden başkası değildir. Hakan'ı asıl vuranın Ecem olduğunuysa kimse itiraf etmeyecektir.**


  Nihal müdürün planları istediği gibi ilerlemektedir. Şimdilik… Ortalık yavaş yavaş kızışmaktadır. Ve bir gün, ipler kopar. Cezaevinde büyük bir kavga patlak verir. Kavga iki grup arasındadır. Yani başlangıçta. Deniz, mahkumlardan birinin kızı olan Öykü ile birlikte odasındadır. Kavgayla bir ilgisi yoktur. Ancak Kudret hiç de öyle düşünmemektedir. Kendi grubundan iki kişiye Deniz'i öldürtme emri verir ve kendisi de Azra'nın icabına bakacaktır. En azından planları buydu yani. Azra'yı arkadaşları kurtarır. Peki ya Deniz? 

  Deniz'in durumu biraz farklı. Öykü annesini isteyip kaçınca Deniz de peşinden koşar ve onu yakalamaya çalışır. Emanet çocuk nihayetinde. Ancak tüm cezaevine bir kaos hakimdir. Deniz, Öykü'nün peşinden koştururken kendini bir anda yerde bulur. Nihal müdürün kanlı bedeninin yanı başında… Elinde bir bıçakla 




  Tahmin edeceğiniz üzere bölüm sonu. İlk bölüm böyle heyecanla geçti işte. Sonraki bölümlerde de olay örgüsü ve oyunculuk performansları sayesinde akıcılık ve heyecan hiç eksilmedi tabii. 11 bölümü de bu şekilde yazamayacağımı düşünürsek size genişçe bir özet geçmek isterim.


  Masum olduğuna dair tek şahidi Nihal müdür olan Deniz endişelidir. Kimse ona inanmaz ancak o masumdur. Hakkında istenen müebbetten kurtulma şansı düşüktür ve Nihal müdürün ölmesiyle daha da kötü bir durumun içine düşmüştür. Gerçek katil hala belli değildir ve herkes Deniz'in yaptığına inanmaya devam etmektedir.  

  Deniz ve kızı bir türlü görüşememektedir. Karşılarına hep engeller çıkmaktadır. Hayatındaki en değerli varlığı kızı olan Deniz için bu oldukça zor bir durumdur. 3. bölümde sonunda anne kızın birbirini görmesi muhteşem bir andı. Çok kolay ağladığımı kabul ediyorum ancak o sahne en duygusuz insanın bile tüylerini diken diken ederdi bence. Mahkeme salonuna giderken birden Ecem'in çığlığını duyan Deniz'in kızına koşuşu, kelepçeli ellerinin arasından kızına sarılışı, arkada çalan “Şafak Türküsü”… Soruyorum size ağlamam çok normal değil mi şimdi?? 

  Neyse devam edelim. Hayır ağlamıyorum ya devam edelim lütfen…

  Gerçekten çok fazla ve çok önemli nokta var ancak şu an tamamını hatırlayamadığım gibi tamamını yazmam da mümkün değil. Ancak ana hatlardan bahsetmem gerekirse şunları söyleyebilirim.

Deniz iyiden iyiye Azra'nın takımının bir parçası, Hasret'in “Deniz apla”sı olmuştur. Kudret iktidar peşinde koşarken aynı zamanda ailesinin üstündeki otoritesini de korumaya çalışmaktadır. Kudret'in oğlu Alp ile Ecem arasında da bir yakınlık başlamıştır. Mutsuz ailelerin çocukları olmaları onları birbirine yaklaştırmıştır. Ancak armut dibine düşer derler ya, Alp annesi gibi vicdansızdır. Bunda tabii ki küçük yaşta annesinin işlediği cinayete tanık olması da etkilidir. Ecem'se tıpkı annesi gibi vicdanlı ve masumdur. Bu farklılık da bir yerde patlak vermiştir haliyle. Ecem'in yanlış zamanda yanlış yerde bulunması onu bir cinayet tanığı haline getirmiştir. Alp'in işlediği bir cinayetin tanığı hem de. 


Alp Bey ne yapıyorsunuz? 

























  Tanık olması da oldukça kötü sonuçlar doğurdu haliyle. Alp Ecem'i bir eve hapsetti önce. Ecem'le birlikte kaçmak istiyordu. Ecem'e hastalıklı şekilde aşıktı çünkü. Ecem bunu kabul etti. Daha doğrusu öyle gibi göründü. Evden kaçtı. Alp onu yakalamasın diye koşturup dururken bambaşka bir şey oldu. Polisler Ecem'i götürdü. Savcı onu sorguya alıp konuşturdu. Ve Ecem bunca psikolojik baskıya ve şiddete dayanamayıp babasını vurduğunu itiraf etti.


  Sonra ne mi oldu? Ecem'i annesiyle aynı cezaevinin aynı bölümüne koydular. Deniz belki onu güvende tutabilirim diye düşünürken Kudret boş durmadı. Pis işlerini her zamanki gibi bir başkasına yaptıracaktı. Merve adında birini buldu ve bu Merve olacak hain Ecem'e arkadaş gibi yaklaştı. Sonunda ne yaptı etti ve Ecem'e uyuşturucu enjekte etti. “Golden shot” mı ne öyle bir şeymiş. Tek seferde onu öldürecek bir madde. Ama kader bu ya öldürmedi. Yalnızca düşmenin -düşürülmenin- etkisiyle yaraları vardı. Her şey iyi gidiyordu. Tutuksuz yargılanacaktı üstelik. Evine dönmüştü. 


  Hepimiz cevabı biliyoruz ama sorayım: Her şey iyiye gidiyorsa bu ne demektir? Evet, doğru cevap. İşler tepetaklak olmak üzere demektir. Ecem evine daha yeni dönmüşken, annesiyle daha yeni konuşmuşken, çalan kapıyı küt diye açmak hatasına düştü. Ve hastalıklı düşüncelerin insanı Alp karşısındaydı. Ecem'i öldürmeyi bir başkasına bırakamamıştı. Çünkü onu seviyordu (!) Sevgin batsın Alp! Allah cezanı versin Alp! Hayır ya ağlamıyorum. 












  Ve, Ecem ölmüştü. Deniz'e haber verilmesi gerekti. Deniz başta inanmadı tabii ki. Daha sonra yıkıldı. Aklını kaybetti desem yeridir. Niyesini nasılını çözmek istiyordu. 



  Sonunda parçaları birleştirdi ve bunların Kudret'in işi olduğunu anladı.


  Tıpkı ilk bölümdeki gibi son bölümde de bir cezaevi kavgasının ortasındayız. Ancak bu sefer işler farklı. Daha büyük, daha hiddetli. Suçlandığı şeylerin hiçbirini yapmamış Deniz, içerden çıkma ihtimali olan Deniz, hayata karşı bütün umutlarını geride bıraktı. Artık cezaevinde ya da dışarıda olması bile fark etmiyordu. Yaşama hevesi dahi kalmamıştı. Ve sonunda bu kavgada Kudret'in elemanları Azra ve arkadaşlarının işini bitirmeye çalışırken, Kudret de Deniz'i öldürecekti. Planlar hazırdı. Silahlar hazırdı. Ancak kimsenin hazır olmadığı şey Deniz'in geldiği noktaydı. Deniz artık doğru ve yanlışın ayrımını yapmıyor, belki de yapamıyordu. 


  Kudret'in elemanları Azra ve arkadaşlarının tamamını bıçaklamışken, Deniz ve Kudret baş başalardı. Bir kavgaya tutuştular. Yalnızca fiziksel değildi üstelik. Kudret, Deniz'i ruhsal olarak da yaralıyodu. Deniz iyice çileden çıkmıştı, bir anda bıçağını çekti ve Kudret'in karnına sapladı. Kudret ölmek üzereyken bile Deniz'i delirtmek, ona zarar vermek istiyordu. Bu yüzden son sözleri “Bana katil demiştin. İkimiz de aynıyız. Sen katilsin şimdi. Katillik çok, çok yakıştı be Deniz!” oldu. 


  Alın size sezon finali. Alın size etkileyicilik. Dediğim gibi benim anlatmadığım çok şey var. İnce ince işlenmiş, emek emek çekilmiş çok şey var daha. Azra'nın muhteşem anları var mesela, Ecem'in, Alp'in, Yonca'nın, Kudret'in… Öykü'nün gidişi ve dönüşü başlı başına bir hikaye mesela. 'Umut Radyo'dan bahsetmedim ama o da muazzam bir olay. Bahsetmediğim her şey için özür dilerim. Çünkü her bir parçası çok kıymetli. Ancak bu bahsettiklerimi izleyerek görmeniz sizin için de daha iyi olacaktır. 

Sürç-i lisan ettimse affola. 

  Sözlerime son vermeden önce size yeni sezonun fragmanlarını da bırakayım. Belki görmek isteyenler olur.

Avlu 2. Sezon 1. Tanıtımı









Avlu 2. Sezon 2. Tanıtımı










Avlu 2. Sezon 3. Tanıtım










Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...

1 Temmuz 2017 Cumartesi

DOCTOR WHO - 10. SEZON FİNALİ

DOCTOR WHO - 10. SEZON FİNALİ


Bölüm Analizi





Merhaba arkadaşlar, ben geldim! Analize başlamadan önce belirteyim; bu dizi analizi değil, az önce izlediğim bölümün analizi. İlerleyen zamanlarda dizinin genel analizini de kesinlikle yapacağım ama şimdilik yalnızca bölümden bahsedeceğim.

Bölüm, önceki bölümle birlikte bir hikaye olduğundan ötürü ilk okunduğunda biraz kopuk gelebilir demedi demeyin. 


Bölüm bu sahneyle başlıyor arkadaşlar. Evet evet, normalde olanın tam tersi bir sahneyle. Malumunuz genelde yol arkadaşları Doktor'u böyle kucaklayıp artistlik yapmaz. Ama yol arkadaşları normalde Mondasian Cyberman de olmaz, o yüzden mazur görüyorum. 

Çok fazla nooluyo bee modunda kalmıyoruz. Yani aslında bölüm boyu o moddayız ama bu sahneyle ilgili olanı uzun sürmeden ööö Doktor iyi bir şey olmadıııığ diye bize selam çakıyor sevgili Moffat. 

Sonrasında da görüntüler sosyal medyaya ulaştığından beri beklediğimiz aşırı narsistik sahne bizi karşılıyor:


Oturduğum yerde günlerce Allah'ım bir insanı kendisiyle shiplemek çok mu tuhaf diye söylenip durduğum sahne...



Master ve Missy'nin bir olup da her zaman yaptığı, yaptıkları, gibi Doktor'u nasıl öldüreceğini, öldüreceklerini, tartışmaya başlıyorlar. Yanlarında garibim Cyber Bill. Sonrasında kaçmış mı korkaaaak diye söylendiğim Nardole uzay gemisini kaptığı gibi geliyor. Master ve Missy'nin birtakım minnoş uğraşlarına rağmen de Doktor beyi geride bırakmadan güzel güzel geminin üst katlarına çıkıyorlar. O kat da zaten ilk bölüm resmindeki yer. 

Kalbimi oldukça kıran bir nokta da, Steven Moffat beyin eskiden yarattığı kalp kırıklarına bir selam göndermesi oldu. Zira nasıl Oswin Dalek olduğunun farkında değildiyse, ilk sahneler Bill de Cyber olduğunun bilincinde değildi. Çocukların kendisinden korktuğunu bildiği halde bir türlü sebebini anlayamamıştı. Ancak kabullenmek durumunda kalınca, eğer ben, artık ben olamayacaksam yaşamak istemiyorum dedi, ki bence haklıydı. Zaten bu sahnedeki gerçek gözyaşı da insan olamayışından ötürü duyduğu acıyı bence çok güzel göstermişti.



Vardıkları katta yaşayan insanlardan kurtarabildiği kadar insanı kurtarmayı isteyen Doktor, Master ve Missy'nin bulduğu asansörlere yöneldi. Ancak bilgi edinmek isterken Cybermen'lere yerlerini belli ettiler. E artık savaş zamanı! Cybermen'lerin yolda olduğunu adı gibi (!) bilen Doktor, başarılı olma ihtimali ne kadar düşük olursa olsun canla başla çabalamaya başladı. 


E tabii, sevgili River'ın yadigarı Nardole de bu işin büyük bir parçasıydı. Bir bilgisayar dahisi kolay yetişmiyor sonuçta. O canım Nardole olmasa dandik insan silahları çalışabilir miydi Cyber'ler üzerinde??



Ancak yetmez tabii ki. Bölüm sonu yaklaşıyor ve henüz korkunç felaketler başımıza bir bir gelmişçesine dumura uğramamışız?? Yahu Moffat bu bırakır mı bizi?! 



Cybermen'lerin taktik değiştirecekleri ve kesin saldırı pozisyonuna geçecekleri belli. Silahlar yeterli olmayacak. Çocuklar güvende değil. Tam böyle kördüğüm anlarında olacak bir şey oluyor: Fedakarlık! Doktor'cum orada kalıp kendiyle birlikte Cyber'leri patlatma kararı alıyor ve Nardole'a da çocuklar başta olmak üzere halkı kurtarma görevini veriyor. Nardole başta kabul etmese de şu mükemmel cümleden sonra kabul etmek durumunda kalıyor tabii:



Kendini havaya uçurmanın değil de korkmuş insanlara yardım etmenin daha çok güç gerektirdiğine inanan 2000 küsur yaşında bir adam. Hayran olmamak elde değil! ♥



Peki ya normale dönemeyeceğini anlayan Bill durur mu? Durmaz. O da kalıyor. Patlamak için! Ama Master ve Missy?? Pek kıymetli totolarını kurtarmak için bu teklifi kabul etmiyorlar ve buldukları asansöre, kendi TARDIS'lerini bulmaya gidiyorlar.

Mı acaba?? Yahu kardeşim bir karar verin beynim yandı dedirten anlar... Missy, Master'ın boğazını kesiveriyor, onu güzelce asansöre götürüyor ve TARDIS'ini bulması için yalnız bırakıp Doktor'cuğuna koşuyor. Ken! Evet bitmedi! Master Missy'yi lazer tornavidasıyla ölümüne vuruyor. Evet ölümüne! Çok sevmeme rağmen, bu durumda hayvan desem hayvana hakaret olacak Master, sonraki bedeni olan Missy'yi güzelce öldürüyor. Sırf Doktor'la yan yana durmuş olmamak için! Gerçekten güzel düşünüldüğüne inansam da nedeeen diye bağırmak da içimden gelmiyor değil. 

Sonunda iyi olmaya karar verdiği an ölen Missy'ye üzülmeye kısa bir ara verip ana olaya dönmem gerekirse, Nardole, çocukları alıp aynı gemide birkaç kat yukarı çıkarken, Bill ve Doktor birbirlerine doğru düzgün veda bile etmeden Cyber'lerle savaşmaya başlıyorlar. 


Resimde görmüş olduğunuz Cyber'in birkaç kez üst üste ateş edişiyle rejenerasyon geçirecek kıvama gelen Doktor soniğe bastığı gibi alabildiğine çevreyi patlatıyor



Patlama sorun değil, ama şu sahne sorun! 


Kızcağızı Cyber'e dönüştürdünüz yetmedi, Doktor'un başında ağlatıyorsunuz. Bir Cyber'i ağlatıyorsunuz!! 

Bu sahnedeki üzüntümden doğan kızgınlığı anlatmalara kelimeler yetmeyeceğinden dolayı, beni bir güzel ağlatmasına rağmen biraz da olsa mutlu eden o sahneye...


Heather'in gelip Bill'e verdiği sözü tuttuğu sahneye geliyorum.


Ağlatmasına şaşırmıyorum çünkü benim gibi bir sulugözü ağlatmaktan kolay ne vardır bilemiyorum ama Heather'in gelmesine oldukça şaşırdım. Çok da mutlu oldum ama. Çok sevmiştim, ölmesine çok üzülmüştüm ama sonraya saklamışlar demek.


Bill ve Heather başka bir yaşam formu olarak hayatlarına devam etmeden evvel Doktor'u TARDIS'ine bıraktılar. Sonra da evreni görmek için yola çıktılar. Burada mutluluk ve üzüntü karışımı duygular içindeyken son sahne geldi.



Eski bedenlerden son sözlerden sonra değişmek istemeyişini haykırmasına ben de eşlik ettim. Ancak değişmek zorunda. Sadece şimdi değil. Noel özel bölümünde. O zamana kadar elimizde yalnızca bu var;




Doktor'a Doktor'un lafıyla cevap veren Doktor. Yabancı hayran sitelerinde gördüğüm ve çok hoşuma giden bir laf var "Never apply logic to Who" Yani Who'ya asla mantık uygulama. Bakalım bunu nereden nereye bağlayacaklar. Ama o zamana kadar bölüme hayran kalıp hakkında konuşmaya devam edeceğiz mecburen. 

İzlememiş olup da spoiler yiyip bana saydırıp neyse izleyeyim bari diyen veya yeniden izlemek isteyenler buraya tıklayabilir.


Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...