1 Temmuz 2017 Cumartesi

DOCTOR WHO - 10. SEZON FİNALİ

DOCTOR WHO - 10. SEZON FİNALİ


Bölüm Analizi





Merhaba arkadaşlar, ben geldim! Analize başlamadan önce belirteyim; bu dizi analizi değil, az önce izlediğim bölümün analizi. İlerleyen zamanlarda dizinin genel analizini de kesinlikle yapacağım ama şimdilik yalnızca bölümden bahsedeceğim.

Bölüm, önceki bölümle birlikte bir hikaye olduğundan ötürü ilk okunduğunda biraz kopuk gelebilir demedi demeyin. 


Bölüm bu sahneyle başlıyor arkadaşlar. Evet evet, normalde olanın tam tersi bir sahneyle. Malumunuz genelde yol arkadaşları Doktor'u böyle kucaklayıp artistlik yapmaz. Ama yol arkadaşları normalde Mondasian Cyberman de olmaz, o yüzden mazur görüyorum. 

Çok fazla nooluyo bee modunda kalmıyoruz. Yani aslında bölüm boyu o moddayız ama bu sahneyle ilgili olanı uzun sürmeden ööö Doktor iyi bir şey olmadıııığ diye bize selam çakıyor sevgili Moffat. 

Sonrasında da görüntüler sosyal medyaya ulaştığından beri beklediğimiz aşırı narsistik sahne bizi karşılıyor:


Oturduğum yerde günlerce Allah'ım bir insanı kendisiyle shiplemek çok mu tuhaf diye söylenip durduğum sahne...



Master ve Missy'nin bir olup da her zaman yaptığı, yaptıkları, gibi Doktor'u nasıl öldüreceğini, öldüreceklerini, tartışmaya başlıyorlar. Yanlarında garibim Cyber Bill. Sonrasında kaçmış mı korkaaaak diye söylendiğim Nardole uzay gemisini kaptığı gibi geliyor. Master ve Missy'nin birtakım minnoş uğraşlarına rağmen de Doktor beyi geride bırakmadan güzel güzel geminin üst katlarına çıkıyorlar. O kat da zaten ilk bölüm resmindeki yer. 

Kalbimi oldukça kıran bir nokta da, Steven Moffat beyin eskiden yarattığı kalp kırıklarına bir selam göndermesi oldu. Zira nasıl Oswin Dalek olduğunun farkında değildiyse, ilk sahneler Bill de Cyber olduğunun bilincinde değildi. Çocukların kendisinden korktuğunu bildiği halde bir türlü sebebini anlayamamıştı. Ancak kabullenmek durumunda kalınca, eğer ben, artık ben olamayacaksam yaşamak istemiyorum dedi, ki bence haklıydı. Zaten bu sahnedeki gerçek gözyaşı da insan olamayışından ötürü duyduğu acıyı bence çok güzel göstermişti.



Vardıkları katta yaşayan insanlardan kurtarabildiği kadar insanı kurtarmayı isteyen Doktor, Master ve Missy'nin bulduğu asansörlere yöneldi. Ancak bilgi edinmek isterken Cybermen'lere yerlerini belli ettiler. E artık savaş zamanı! Cybermen'lerin yolda olduğunu adı gibi (!) bilen Doktor, başarılı olma ihtimali ne kadar düşük olursa olsun canla başla çabalamaya başladı. 


E tabii, sevgili River'ın yadigarı Nardole de bu işin büyük bir parçasıydı. Bir bilgisayar dahisi kolay yetişmiyor sonuçta. O canım Nardole olmasa dandik insan silahları çalışabilir miydi Cyber'ler üzerinde??



Ancak yetmez tabii ki. Bölüm sonu yaklaşıyor ve henüz korkunç felaketler başımıza bir bir gelmişçesine dumura uğramamışız?? Yahu Moffat bu bırakır mı bizi?! 



Cybermen'lerin taktik değiştirecekleri ve kesin saldırı pozisyonuna geçecekleri belli. Silahlar yeterli olmayacak. Çocuklar güvende değil. Tam böyle kördüğüm anlarında olacak bir şey oluyor: Fedakarlık! Doktor'cum orada kalıp kendiyle birlikte Cyber'leri patlatma kararı alıyor ve Nardole'a da çocuklar başta olmak üzere halkı kurtarma görevini veriyor. Nardole başta kabul etmese de şu mükemmel cümleden sonra kabul etmek durumunda kalıyor tabii:



Kendini havaya uçurmanın değil de korkmuş insanlara yardım etmenin daha çok güç gerektirdiğine inanan 2000 küsur yaşında bir adam. Hayran olmamak elde değil! ♥



Peki ya normale dönemeyeceğini anlayan Bill durur mu? Durmaz. O da kalıyor. Patlamak için! Ama Master ve Missy?? Pek kıymetli totolarını kurtarmak için bu teklifi kabul etmiyorlar ve buldukları asansöre, kendi TARDIS'lerini bulmaya gidiyorlar.

Mı acaba?? Yahu kardeşim bir karar verin beynim yandı dedirten anlar... Missy, Master'ın boğazını kesiveriyor, onu güzelce asansöre götürüyor ve TARDIS'ini bulması için yalnız bırakıp Doktor'cuğuna koşuyor. Ken! Evet bitmedi! Master Missy'yi lazer tornavidasıyla ölümüne vuruyor. Evet ölümüne! Çok sevmeme rağmen, bu durumda hayvan desem hayvana hakaret olacak Master, sonraki bedeni olan Missy'yi güzelce öldürüyor. Sırf Doktor'la yan yana durmuş olmamak için! Gerçekten güzel düşünüldüğüne inansam da nedeeen diye bağırmak da içimden gelmiyor değil. 

Sonunda iyi olmaya karar verdiği an ölen Missy'ye üzülmeye kısa bir ara verip ana olaya dönmem gerekirse, Nardole, çocukları alıp aynı gemide birkaç kat yukarı çıkarken, Bill ve Doktor birbirlerine doğru düzgün veda bile etmeden Cyber'lerle savaşmaya başlıyorlar. 


Resimde görmüş olduğunuz Cyber'in birkaç kez üst üste ateş edişiyle rejenerasyon geçirecek kıvama gelen Doktor soniğe bastığı gibi alabildiğine çevreyi patlatıyor



Patlama sorun değil, ama şu sahne sorun! 


Kızcağızı Cyber'e dönüştürdünüz yetmedi, Doktor'un başında ağlatıyorsunuz. Bir Cyber'i ağlatıyorsunuz!! 

Bu sahnedeki üzüntümden doğan kızgınlığı anlatmalara kelimeler yetmeyeceğinden dolayı, beni bir güzel ağlatmasına rağmen biraz da olsa mutlu eden o sahneye...


Heather'in gelip Bill'e verdiği sözü tuttuğu sahneye geliyorum.


Ağlatmasına şaşırmıyorum çünkü benim gibi bir sulugözü ağlatmaktan kolay ne vardır bilemiyorum ama Heather'in gelmesine oldukça şaşırdım. Çok da mutlu oldum ama. Çok sevmiştim, ölmesine çok üzülmüştüm ama sonraya saklamışlar demek.


Bill ve Heather başka bir yaşam formu olarak hayatlarına devam etmeden evvel Doktor'u TARDIS'ine bıraktılar. Sonra da evreni görmek için yola çıktılar. Burada mutluluk ve üzüntü karışımı duygular içindeyken son sahne geldi.



Eski bedenlerden son sözlerden sonra değişmek istemeyişini haykırmasına ben de eşlik ettim. Ancak değişmek zorunda. Sadece şimdi değil. Noel özel bölümünde. O zamana kadar elimizde yalnızca bu var;




Doktor'a Doktor'un lafıyla cevap veren Doktor. Yabancı hayran sitelerinde gördüğüm ve çok hoşuma giden bir laf var "Never apply logic to Who" Yani Who'ya asla mantık uygulama. Bakalım bunu nereden nereye bağlayacaklar. Ama o zamana kadar bölüme hayran kalıp hakkında konuşmaya devam edeceğiz mecburen. 

İzlememiş olup da spoiler yiyip bana saydırıp neyse izleyeyim bari diyen veya yeniden izlemek isteyenler buraya tıklayabilir.


Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...


18 Haziran 2017 Pazar

TAMAM MIYIZ?

TAMAM MIYIZ?


Film Analizi


Aslında başka planlarım vardı ancak iki gündür denk geldiğim bu filmle ilgili bir analiz yapmak istedim. Zira ilk defa sinemada izlediğim bu film son sahnelerde beni hüngür hüngür hatta deyim yerindeyse salya sümük ağlatmıştı. Son iki gündür de şaşırtıcı bir kanal bu filmi verdi. Aklımda Vatanım Sensin ile ilgili bir analiz yazmak varken fikrimi değiştirdim. Başka sefere artık.



Öncelikle yalnızca iyi mi kötü mü merak ediyorum spoiler yemek istemiyorum diyen varsa söyleyeyim film mükemmel bir yapım ancak bu paragraf sonrasında spoiler kazanına atlıyoruz bilginize..

Şimdi gelelim filme...

Film iki kayıp ruhun birbirine nasıl yardım ettiği üzerine kurulu aslında. Çağan Irmak'ın kaleminden dökülmüş bir şaheser bence. Zira ana teması aşk olmadan da güzel olan filmlere ayrı bir hayranlık duyuyorum. Çünkü hayatta her şey aşk değil. Bu filmde de durum bu, toplumun mantıksızca dışlamaya çalıştığı iki güzel insanın birbirine sevgisi ve yardımı. 

Ana karakterlerimiz Temmuz ve İhsan. Film Temmuz'un İhsan'ı rüyasında görmesiyle başlıyor. Sonrasında Temmuz'un hayatına bir bakış atıyoruz. Babasının utandığı, annesinin göz bebeği, sevgilisinin az evvel terk ettiği Temmuz. Toplumun yalnızca eşcinsel olduğu için soyutladığı Temmuz. Sanatçı, heykeltıraş, ince ruhlu Temmuz.
Sonra İhsan'ı görüyoruz, Temmuz'la aynı anda. Bir parkta gördüğümüz İhsan'ın doğuştan kolları ve bacakları yok. Bundan ötürü babasının nefret ettiği, annesinin üzerine daha bir titrediği, insanların acıyarak baktığı İhsan. 
Temmuz akıllı adam sonuçta, rüyasında gördüğü adamı sokakta da görünce bir şeyler yapması gerektiğini anlıyor tabii. Takip ediyor ve 'Sosyal Hizmetler'den geldiğini, yardım etmek istediğini, her gün gelip İhsan'a kitap okuyup onu gezdirmek istediğini söylüyor. Annesi de İhsan da kabul edince sahte belgeleri kaptığı gibi İhsan'lara gidiyor ertesi gün.

Her şey güzel gidecek gibi gelmesin çünkü şöyle bir sahne geliyor;


Aynen öyle arkadaşlar. Doğuştan engelli İhsan, annesine daha fazla yük olmamak, daha fazla acınmamak, babasının kinini daha fazla hissetmemek, daha fazla normal işleri bile yapamamaya devam etmemek için ölmek istiyor. Haklısın diyor, haklısın biz birbirimize yardım edeceğiz ve senin yapman gereken bu. Ben gitmek istiyorum, ölmek ve Allah'a Allah'ım beni neden böyle yarattın demek istiyorum. Bu sahnede zaten tüyler diken diken oluyor, nasıl olmasın? Temmuz İhsan'ın ciddiyetini anlayınca kabul ediyor ancak şartlar koyuyor. Okuduğu kitabı bitirmek ve İhsan'ın en büyük isteğini gerçekleştirmek. İhsan'ın en büyük isteğine gelirsek;



Evet arkadaşlar, İhsan'ın en büyük isteği, yüksek bir yere çıkıp, kollarını açmak.



Film devam ederken, İhsan'ın babasının şiddet ve nefretinden uzak durması için İhsan'ı birkaç günlüğüne Temmuz'a götürüyorlar. Temmuz'un arkadaşı, İhsan ve Temmuz kahvaltı ederken bir şey fark ediyorlar. Temmuz'un uzun zamandır aradığı ilham perisi aslında İhsan'ın utangaç bakışında gizli. Hemen işe koyulup bir heykel yapmaya başlıyor. Her şey güzel. İşler tıkırında. Herkes mutlu.

 Bir gün Temmuz'un annesi geldiğinde Temmuz olayları annesine anlatıyor ve annesi de İhsan ve annesine yardımcı olmak istiyor. İhsan'ın annesi kabul etse de İhsan bir şey söylemiyor. Günün geri kalanında da konuşmuyor. Akşamına Temmuz bağırıp çağırırken. İhsan şunları söylüyor; Çok alıştım sana abi. Ama sonra ne olacak? Bıkmayacak mısın benden? Bıkacaksın elbet. İnsan eti ağırdır abi, taşıyamazsın. Bir gün keşke diyeceksin, keşke çekip gitse. O zaman ben ne olacağım? Daha beter kahrolmayacak mıyım? Öldür beni! Şimdi daha çok istiyorum ölmeyi.

Bu sözler de Temmuz'un bardağını taşıran son damlalar oluyor. Babasının duyduğu ahmakça utançtan ötürü uzun zamandır gitmediği evine gidip bazı malzemeler alıyor ve babasıyla da rahatça yüzleşiyor. Şu şekil,


Sonrasında İhsan'ı da alıyor, atlıyor arabaya, bir kule yakınlarına doğru sürmeye başlıyor. Sona gidiyoruz diyor, sona gidiyoruz. İhsan öz abisi gibi sevdiği kankisini de kendisiyle birlikte ölüme sürüklediğini anlayınca pişman oluyor, durmasını söylüyor ama nafile. Vardıklarında birtakım aparatlarla İhsan'ı kendisine bağlıyor. Tıpkı annelerin taktığı anakucağı gibi. Bu sahnelerde zaten gözler dolu dolu.Ve büyük güçlükle tırmandığı merdivenlerde BİZ YAŞAMDAN VAZGEÇMEYECEĞİZ! diyerek yüreğimize su serpip aslında muhteşem bir şey yapmak üzere olduğunu gösteriyor:
İhsan'ın dileğini gerçekleştirmek. Bir düşününce, tamamen imkansız olan o dileği gerçekleştirmek...
İhsan onun kanatları olduktan sonra İhsan'ın kolları ve bacakları oluyor. 


Bu sahnedeki muhteşemliği, ince düşünceyi görebiliyor musunuz? Kolları ve bacakları olmayan genç bir adamın, bir kuleye çıkması ve kollarını açmasını hayal edebilir miydiniz? O kadar sevmişler ki birbirlerini, kolları, bacakları, yürekleri bir olmuş. Akılalmaz nedenlerden ötürü insanların uzak durduğu, sevmediği iki güzel yüreğin birbirini tamamlaması ne kadar mükemmel yansıtılabilirse o kadar mükemmel yansıtılmış. 

Oyuncuların yeteneklerine hayran kalmamak da elde değil tabii ki. Oyunculara, senariste, yönetmene, yardımcılara, yahu ışıkçısından tut kuaförüne kadar herkese bu ekipte bulunduğu, bu şaheserde tuzu olduğu için teşekkür ediyorum. İzlemenizi kesinlikle tavsiye ediyorum.

Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...

11 Mart 2017 Cumartesi

POYRAZ KARAYEL

POYRAZ KARAYEL

Dizi Analizi



Poyrazcım Karayel hakkında hiçbir şey bilmeyen insan sayısı eminim ki çok azdır. Peki o kadar eminsen neden yazıyorsun? Çünkü geçen hafta final verdi kardeşim! Türk televizyonlarının bence gelmiş geçmiş en iyi dizisi, genel düşünce olarak da en iyilerinden biri olan bu harika yapım, geçen hafta ekranlara veda etti ve ben o günden beri hayatın anlamını sorguluyorum. Şimdi gelelim izlememiş olan ancak içinde bir izleme isteğinin kıvılcımını taşıyan sevgili okuyucularıma şöööyle bir bahsetmeye:




Öncelikle dizimiz, sevgili Poyraz Karayel'ciğimizin bir göreviyle başlıyor. Bu görevi ne yalan söyleyeyim, tam hatırlamıyorum. Ancak; görev, Poyrazcım Karayel'in bir kızı kurtarmaya çalışması - başarılı olması - nedeniyle başarısızlığa uğruyor ve suçluların da kaçmasıyla, geriye kalan tek şey, amirine parayı ve adamları kaybetmesi sebebiyle hesap vermeye mecbur kalan Poyrazcım oluyor. Ancak olan olmuş, yapılacak bir şey yok.
Dünyalar tatlısı Sinancığımız işte bu sarı kafa
 Poyrazcım kayınpederine gidip dünyalar tatlısı oğlu Sinancığımızı alıyor, her zaman yaptığı ve yapacağı gibi, kayınpederinin sinirlerini bozup evine gidiyor. Bu sırada öğreniyoruz ki, Sinancığımızın annesi İsviçre'de (?) alkol tedavisi görüyormuş :( 

Her neyse bu süper ikili evlerine gidip film izlemeye başlıyorlar ve tabii ki de mutluluklarının baltalanması gerektiği için kapı çalıyor -,- ve polisler geliyor. Poyrazcığımın rüşvet aldığı iddiasıyla arama yapıyorlar ve evde para buluyorlar. Sonuç olarak Ahmet Poyraz Karayel suçlu bulunarak hapse gönderiliyor ve oğluşunun velayetini de kayınpederi olacak Allah'ın cezası Ünsal'a kaptırıyor. Kaptırmak güzel bir tabir olmadı ama durum bu. Aradan zaman geçiyor, Poyraz bey hapisten çıkıyor, ancak evlat hasreti katlanılacak gibi değil. Oğluşuyla planlar kuruyor veee Sinan'ı kaçırmaya karar veriyor.

Yine hüsraaağn

Ancaaaak, bu araya bir de başka birinin yani sevgili Ayşegül'ün hikayesini de sıkıştırmalıyım, çünkü burada hikayeleri birleşecek. 

Şöyle ki, İstanbul'un babası, herkesin saygı duyduğu, karşısındakini korkudan titreten, yanındaki adamlarının ve Sema hanımın delicesine sevdiği, uyuşturucudan kaybettiği oğlu nedeniyle asla ama asla uyuşturucu işine girmeyen mafya babası Bahri'nin kızı olan bu hanımefendi, babasını annesi ve kardeşinin ölümünden sorumlu tuttuğu gerekçesiyle babasıyla yıllardır görüşmemiş başarılı bir kalp doktoru arkadaşımız. Son çalıştığı yerden de İstanbul'dan biraz uzaklaşmak istediği için istifa eden Ayşegül, aynı gün kardeşinin mezarına gidiyor ancak babasının verdiği mevlüte gitmemeye kararlı. Çocukluk arkadaşı ve babasının avukatı olan Sema hanım çağırsa bile gitmiyor inatçı kadın. Sonrasında atlıyor bir taksiye ve iki buçuk senedir hiç unutmadığımız o sahne geliyor:


İnatçılığını az buçuk anlatmış olduğum Ayşegül hanım, Hepsi manyak bunların lafına kızıp, arabadan inmiyor. E inmiyor da ne oluyor? Tabii ki başına dert alıyor. Sinancığımın kaçırılmasına birinci dereceden tanık oluyor ve polislerin Poyrazcım Karayel'in etrafını sarmasıyla da karakolda bu tanıklığı kullanıyor. Karakola teşrif eden çok sevgili dedelerim Sefer ve Zülfikar


Ayşegül hanımı oradan alıp, onun ricası üzerine Poyraz'ı serbest bıraktırıyor. Ancak Bahri'nin evine gitmesi şartıyla. Gidiyor, babasına atarlanıyor. Olaylar olaylar... Bölüm sonu Bahri Umman beyciğim silahlı saldırıya uğruyor ve Poyraz onu kurtarıyor, sonrasında da eski amirinin isteğiyle ve senin görevinden üst kademelerden biri haberdar ve mesleğe geri döneceksin demesiyle mafyayı içerden çökertmek üzere mafyaya giriyor. İlk bölüm hatırladığım genel hatlarıyla bu ve anlatabileceğim, fragman niteliğinde spoiler kaynayan genel özet bu kadar. Ancak sakın diziyi benim anlatımım kadar vasat zannetmeyin, yanılırsınız. Songül'üyle Sadrettin'iyle, Taşkafa'sıyla Albay'ıyla anlatabileceğimden çok daha iyisi.  
İyi iyi olmasına ama bitti işte. Zafer'le Neşet'le, Adil Topal'la MuAdil Topal'la, Meltem'le Savaş'la, Eda'yla Mümtaz'la olabilecek en iyi şekilde iki buçuk sene geçirdik. Hayatımda ilk kez mutluluktan bu diziyi izlerken ağladım mesela, final bölümünde kalbimin kırıkları hissedilir olmuştu. Ağladım, güldüm, 82 bölüm bitene kadar evde sıkıyönetim ilan edilmiş gibi izledim. Ama Ethem bey bitirdi! Ciğerimi söke söke bitirdi! Ayşegül'ü, gözümüzün nurunu, öldürüp bitirdi! Bahri'nin yüreğine indirip bitirdi! Poyraz'ı akıl hastanesine kapatıp bitirdi! Sema'yı Sefer'i öldüreli zaten çok olmuştu. Ama bunca şeye rağmen kıvrak zekası ve müthiş kalpsizliğiyle (afedersiniz Ethem bey ama o finale bu sıfat yakışır) muhteşem bir yapıt ortaya çıkardı. Senaristine ayrı, yönetmenine ve yapımcılarına ayrı, oyuncularına ayrı teşekkür eder yüreğinize oturması için bu resmi de buraya bırakır giderim:


Kalp kıran birkaç sahneyi buracığa bıraktım aramızdaki bana benzeyen mazoşistler için. 

Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...

28 Ocak 2017 Cumartesi

MARY POPPINS-GÖKTEN İNEN MELEK

MARY POPPINS-GÖKTEN İNEN MELEK

 Film Analizi



Analizlere bir filmle devam etmek istiyorum. Bir süredir birtakım sebeplerden ötürü izlemeyi düşündüğüm bir film olan Mary Poppins. 1964 yapımı bir müzikal film. Hani şu kafamızda kalıplaşmış Hint filmleri vardır ya, durup dururken dans ederler falan, burada da durup durup şarkı söylüyorlar. Dönemin teknolojik yetersizliği sebebiyle bazı kısımları oldukça komik görünse de aslında günümüzde yapılan ve tüm olayı vıcık vıcık aşk olan birçok yapımdan daha kaliteli olduğunu düşünüyorum.


Gelelim şirin mi şirin ana karakterimize; Mary Poppins. Halıdan yapılma çantasına dünyaları sığdıran Mary. Parmak şıklatarak oda toplayan, tüm canlıların, neredeyse hepsinin, sevdiği; şemsiyesiyle uçan Mary Poppins. Birkaç defa yazdım evet ama Allah aşkına çok şirin bi' isim değil mi: Poppins, Poppins... Akşama kadar kadının adını söylemek istiyorum



 Filmin geneli hakkında bilgi vermem gerekirse, şöyle kısa bir özet geçeyim:
  Olay sevgili Mary Poppins ve Banks ailesinin çevresinde gelişiyor. Dört aylık bir sürede altıncı dadılarını da kaçıran kardeşler Jane ve Michael için yeni bir bakıcı bulma görevini ailenin babası Mr. Banks üstlenmek ister. Olabildiğince ciddi ve sıkıcı bir ilan hazırlayıp bunu Times’da yayınlatan Mr. Banks ertesi gün adayları beklerken, sert bir Doğu rüzgarı eserek tüm adayları oradan uzaklaştırır. Ancak bu sert Doğu rüzgarı tam da çocukların istediği gibi pembe yanaklı, oyun oynamayı seven, cana yakın bir bakıcıyı getirir: Mary Poppins namıdiğer Gökten İnen Melek. Mary Poppins içi dışından büyük çantası, şirin mi şirin çiçekli şapkası, tuhaf kelimeleri ve şarkılarıyla çocukların yeni bakıcısı olur. Biraz daha ayrıntıya aşağıda ineceğim ki izlemek isteyenler spoiler yememiş olsun.

ŞİMDİDEN OKUMAKTA SAKINCA GÖRMEYENLER BURAYA GEÇSİN LÜTFEN


Eve geldiği gibi çocukların kalbini çalan pembe yanaklı Mary, 
halıdan yapılma çantasıyla odaya çıkar ve birtakım efsunlu hareketler sergilemeye başlar. Parmağını birkaç kez şıklatıp ahırdan beter bir odayı çiçek gibi yapmak gibi. Ya da billur sesiyle şarkılar söylemek tabiri caizse şakımak gibi. Sonrasında çocukları alıp parka götürürken sokakta değişik işlerle meşgul olan yakın arkadaşı Bert’e rastlar. O esnada kaldırım taşlarına tebeşirle sanat eserleri işleyen Bert ise çocukların aklına bir fikir sokar; resimlerin içine girmek. Mary Poppins ise çocukları da yakın dostunu da kırmayıp onları resmin içine götürür. Gittiği her yerde sevilen Mary’yi Bert’in tebeşirinden çıkan çizgi filmimsi dünyada da çok severler. E film müzikal bir film olduğu için de birkaç eğlenceli şarkı ve palyaçodan hallice danslarla renklendirilmiş birkaç dakika var haliyle. Sonrasında yağan yağmur boyayı akıttığı için resimden çıkmak zorunda kalan kahramanlarımız da evlerine gider. Çocuklara ıslandıkları için ilaç içiren Mary hanımın ilaçlara aromalar verebildiğini tam burada görüyoruz. Ayrıca resmin içinde geçen zamandan akıllarımızda ve çocukların da akıllarında en çok kalan kısım da şüphesiz “Olağanüstügüzelfevkalademsi” kısmı. Orijinal adını merak eden olursa o da “Supercalifragilisticexpialidocious”. Ben hatrı sayılır bir süre denesem de telaffuz edemedim ama bir deneyin bence.




Sonrasında gülmekten uçmak mı ararsınız, orada çay partisi yapmak mı, bacalarda koşturup dans etmeler mi...





Çılgın Mary Poppins’in yaptığı şeylerin içindeki en üzücü şey kesinlikle rüzgar yön değiştirdiğinde gitmek. Ama iyi yönünden bakarsak çocukların disiplin hastası, maneviyata önem vermeyen, sinir bozucu suratsız babalarını “Supercalifragilisticexpialidocious” diye sokaklarda bağıran, çocuklarıyla uçurtma uçuran güler yüzlü bir melaikeye çevirdi. Mesela burada bankadaki müdürüyle birlikte çocukcağızdaki iki peniye göz diktiğini görüyorsunuz:



Burada da çocuklar kadar şen bir şekilde uçurtma uçurmaya giderken görüyorsunuz:



  Atladığım birçok ayrıntı pek tabii var ancak genel özet budur arkadaş!

Benim filmle ilgili görüşüm ise başta da söylediğim gibi o zamanki 
teknolojik yokluğa rağmen günümüzde yapılan birçok filmden daha güzel, eğlenceli ve kaliteli olduğudur. Belki mükemmel efektler yok, çizgi filmle karıştırılmış belki, ama çoluk çocukla da, anne babayla da izlenebilecek oldukça keyifli ve kesinlikle güzel bir filmde müstehcen sahnelerin olması gerekmediğini gösteren bir film. Ben izlerken gerek Mary Poppins’çiğimin, gerek çocukların gerek de Ellen’ın tatlılığıyla büyülendim. Ayrıca Bert de oldukça eğlenceli bir karakterdi.


Aşağıya izlerken değişik sebeplerden mütevellit keyif aldığım sahnelerden birkaç kesit bırakıyorum:



Resmin içerisindeki sevimli ancak pek de gerçekçi olmayan hayvanların olduğu bu sahne:





Doğu rüzgarının "uzaklaştırdığı" bakıcı adayları



Resmin içindeki pek yardımsever tosbağaların olan bu sahne:



Sevgili Poppins hanımın içi dışından büyük çantasından eşyalar çıkarışı:


Şapka askısı

Ya da bir bitki




,
Ve benim favorim olan Supercalifragilisticexpialidocious yani Olağanüstügüzelfevkalademsi sahnesi



Sahnenin veya denemek isterseniz sözlü videonun linkini buraya bırakıyorum.

Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...

25 Ocak 2017 Çarşamba

BATMAN

BATMAN

Batman Film Analizi


Genel bir takıntının ve üşengeçliğin sonucu olarak popüler kültürün dayattığı şeyleri yapmamaya alışmıştım ki, birtakım filmleri izlememek veya kitapları okumamak suretiyle uzaylı muamelesi görmeye başlayınca sınırlarımı  birazcık düzenlemeye karar verdim. BATMAN filmlerini izlemeye bu yüzden başladım ve bir de analiz yapmak istedim:

Çoğunuzun tahmin edebileceği üzere Nolan’ın üçlemesiyle başladım. Gelelim konuyla ilgili düşüncelerime;



Şöyle ki ilk filmin başları beni bi’ miktar sıktı. Ne yalan söyleyeyim tam da takip edemedim. Ancak ilerleyen sahneler beni tam anlamıyla içine çekti. Filmin başlarında göz ucuyla bakıp oyun oynayan ben bir anda kendimi filmin içinde gibi hissettim. Özellikle bilim-kurgu ve fantastik türden inanılmaz derecede hoşlanan ve bir o kadar keyif alan biri olarak, kostüm ve aracın yapılış aşamaları beni benden aldı. Tamam belki de hepsini anlayamadım ama ne olmuş yani? Filmin sonunda Gordon’un kimliğini dahi bilmeden Batman’e  güvenmesi beni mutlu etse de, polislerin Batman’i sevmemesi beni delirtti. Adam sizin yapamadığınızı yapmış ne istiyorsunuz yahu!

İkinci filme gelirsek, Joker’e hasta olduğumu kabul etmeliyim. Özellikle de Batman ciddiyetten ölürken onun espriler yapması ve umursamazlığı mükemmeldi. İlk göründüğü sahne ve ‘Hayır ben otobüs şoförünü öldüreceğim’ kısmı “AMAN TANRIIĞM” dememe yetti ne yalan söyleyeyim. Filmin ilerleyen sahnelerinde önceden bildiğim hikayesi –yaralarından bahsedişi-  beni bi’ miktar üzdü. Ancak film boyunca en çok takıldığım olay Rachel Dawes’tu. Birinci filmde başka biri oynadığı halde aynı karakteri ikinci filmde başkasının oynaması hiç hoş değildi bence. O ne öyle çift kişilikli gibi?? Ayrıca tam bunu kabullenmişken kızcağızın beklenmedik ölümü ve çiçek gibi bir adamın hayatının dağılışı da beni dağıttı. Bu da yetmez gibi Batman’in Batman’likten çıkışı da “HOAYDAA” dedirtti.

Üçüncü filmde Batman’in Batman olarak bu kadar az görünmesi ne kadar doğruydu bilmiyorum ama film genel hatlarıyla gayet güzeldi. Bruce Wayne’ciğimizin servetini kaybedişi üzdü, hayata dönmesi mutlu etti, ufak tefek şeyler ufak tefek başka hisler yaşattı ancak, Miranda’nın Miranda olmayışı, Bane’in beklediğimiz kişi olmayışı kadar şoke ediciydi. Kedi Kadın’ın cesareti ve becerisi kendine hayran bırakırken ihaneti aynı şeyi hissettirmedi tabii. Ancak ‘bomba’ kesinlikle sonda Batman’in öldüğü(!) kısımdı. Bruce için bir cenaze töreni, lanet Gotham halkının bir türlü sevemediği Batman adına bir anıtı alkışlayışı ağzım açık izlediğim ancak bir yandan da ‘ÖLMEDİ Kİ ÖLMEDİ Kİ’ dediğim sahnelerdi. Ve nihayet Alfred’ciğimizin bir zamanlar her sene yaptığı gibi bir kafeye gözleri Bruce’cuğunu araya araya gidişi ama bu kez buluşu BİLİYDİM’ dememe fazlasıyla yetti. Bu filmde gelen ve oldukça sevdiğim sonradan dedektifliğe terfi eden polis memurumuz John Blake namıdeğer Robin, Batman’in gizli sığınağına gider gitmez film bitti. Evin içinde çığlık atmak istedim: ‘BU NE BÖYLE KARDEŞİM’ , evet belki biraz bağırmış ve tuhaf bakışlara maruz kalmış olabilirim. Ama gerçekten bu şekilde biten bir film beni neden delirtmesin ki? Nolan’ın adı üstünde “üçlemesi” bu şekilde az önce bitti. Bir yandan ‘işte popüler kültürün dayattıklarını izlememem için bir sebep daha’ derken bir yandan da ikinci filmin mükemmelliğinden dolayı pişman olamıyorum ama böyle bitmemeliydi. Diğer filmler bunlarla bağlantılı mı bilmiyorum ama şimdilik izlediğim bu üç filmle ilgili düşüncelerim tam olarak bunlar. Tamam, tamam tam olarak değil, biraz atladım ama genel olarak bunlar.


Bir sonrakine kadar “Kendimmce Analiz”lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle…

16 Ocak 2017 Pazartesi

KİMLİĞİ KİRLETİLMİŞLER MABEDİ

KİMLİĞİ KİRLETİLMİŞLER MABEDİ

Kitap İncelemesi

Koray Yersüren'in ikinci kitabı olan Kimliği Kirletilmişler Mabedi ile blog macerama başlamak istiyorum. 
Yazar; kitabını, ilk kitabı Gözlük'te yaptığı gibi hikaye yazma ve paylaşma platformu Wattpad üzerinden yazmaya başladı ve Ephesus Yayınları aracılığıyla kitaplaştırdı. İlk kitabında ağır basan komedi unsurunu bu kitabında bulmak oldukça zor oldu. Şimdi dilerseniz çok da fazla ayrıntıya inmeden kitabın içeriği hakkında bilgi vermeye başlayayım.


Kitap, önceki kitabın sonlarında Gözlük'e de dahil olan Atakan adındaki ana karakter etrafında şekilleniyor. Atakan, gözleri görmeyen genç bir adam ve hayatın renklerinden mahrum kalmanın da etkisiyle depresyonun kollarından çok da fazla kurtulamıyor. İki tarafın da aklından dahi geçmezken yolları Hiç Kimse ile kesişiyor. Kendi hayat mücadelelerinde mağlup olduğunu düşünen genç bir adam ile oldukça zeki ve genç bir kadının hikayeleri şaşırtıcı yollardan birbirlerine kördüğümle bağlanıyor.









ŞİMDİDEN UYARAYIM AYRINTILARLA DOLU SPOİLER ALANINA GİRİYORSUNUZ

Hayatın renklerinden bihaber bu genç adamın en çok istediği şey bir radyo yayını yapabilmek. Hiç Kimse'nin tek isteği ise ölmek. 

Aslında "ölmekti". Ta ki rastgele çevirdiği numaraya birkaç söz söyleyip intihar etmeyi planladığı gece, telefonu Atakan açana kadar. Atakan'ın onu yaşamaya ikna etmesinin ardından kendi işleri ve tek arkadaşının problemleri ile ilgilenmeye dönen Hiç Kimse dalgınlığı neticesinde yaşadığı yerin bilgilerini hiç bilmemesi gereken birine verdi. Sonrasında ise şantajlarla, bir şirketi ve sahibini batırması istendi. İtiraz etmeye çalışsa da, değer verdiği tek insanı kurtarmak için işi kabul etti. Söylenilen eve sızdı ve bilgisayar üzerinde adeta sihirler yaparak işlerine başladı. Ancak bitirmek oldukça zorlu ve üzücü olacaktı çünkü hayatını karartması gereken adam, Atakan'ın babasıydı. Şimdiye dek umursadığı insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen Hiç Kimse, Atakan'ı incitmekten çok korkuyordu. Ancak başka çaresi olmadığı da aşikardı. 

Bunların yanında, sürekli olarak geçmişinden nefret eden ve onu araştırmaktan tamamen kaçınan Hiç Kimse, o evde bir mektup buldu, eski bir mektup. Onun da geçmişini aydınlatan mektup. Okuduktan sonra öğrendi ki, babası olacak adam, Atakan'ın da babası olan adam, yıllar önce annesini karnında kendisiyle bırakıp giden, doğumdan birkaç gün sonra da kendisini kaçıran ve bakımını üstlenmeyi dahi reddeden alçağın tekiydi. Üstelik bu adam, annesini intiharın kollarına atmıştı. Atakan'ın geleceğini garantileyen Hazal, namı değer Hiç Kimse, ne babası demekten bile tiksindiği adama, ne onun sonraki eşine, ne de evin çalışanlarına acıdı. 

İlk olarak adamın aldatıldığını öğrenmesini sağladı, sonra evin çalışanı ile aldatıldığını. En son darbeyi de adamın kirli işlerini haber kanallarının hepsine gönderip, kaçmasını da engelleyerek vurdu. Hayatında tanıdığı neredeyse herkesten ayrı kalan Atakan'ı da teselli etmek ona düştü ve mabedine gittiler, radyo yayını yapılacak malzemenin bulunduğu müştemilata. Bilgisayar becerileri ile, radyo frekanslarıyla oynayarak tüm kanallarda Atakan'ın sesinin duyulmasını sağladı. Tam her şeyin yoluna gireceğini düşünürken, ona bu işi veren Yağmur Adam gelip ona gidemeyeceğini söylemeye başladı ve bir silah çıkardı. Tam o sırada Atakan'ın az sayıdaki arkadaşlarından en kıymetlisi, mabedinde tanıştığı Evrim, mabede girdi. Bir boğuşmanın orta yerinde silah patladı.

Biliyorum merak uyandırıcı ancak yapabileceğim hiçbir şey yok, çünkü çok sevgili Koray beyciğim bu şekilde, evet tam da böyle bir noktada kitabı bitirmeyi hatta ve hatta ikinci bir KKM kitabı yazmamayı uygun görmüş.
Ancak, şöyle bir durum söz konusu ki; yukarıda da yazdığım gibi Atakan son sayfalarda Gözlük kitabına dahil olmuştu. Gözlük 2: Lacivert Pazartesi adında bir kitap yazdığını bildiğimiz Koray, bu olayları oraya bağlayacak. Yani bağlamalı.

Bitirmeden söylemeliyim ki, bölüm başlarına not düştüğü 
şarkılarla okunduğunda etkileyiciliği kat kat artan bu güzide kitap, yazarın edebiyata hakimliğiyle çok daha güzel bir hale geliyor.


Blogumda yazdığım ilk analizin, çok sevdiğim Koray'ın (imza günündeki iki dakika haricinde bizzat tanışmadığımızı üzülerek belirteyim) kitabı olmasından mutluluk duyduğumu söyleyip sizi daha da sıkmadan yazıyı bitireyim.

Bir sonrakine kadar "Kendimmce Analiz"lerden bu kadar.
Kitapsız, filmsiz, dizisiz, aslında sanatsız kalmayın
Sevgilerle...